17 Nisan 2016 Pazar

Neden Paylaşıyoruz?




             Yazıyı yazmama neden olan Kıymetli Büyüğüm'e, anlamlı bir hikayeyi hayatıma rehber eden Tatlı Hanım'a ve "bu yazının bu blogda ne işi var" olduğunu anlayan güzel yürekli insanlara sevgilerimle...


 

Geçen gece Babaya Veda Edilmez yazısını birdenbire yazıp bi çırpıda yayınlayıp paylaştım. Pek çok sevdiceğim okuyup yüreğime tekrar su serpmeye çalıştı. İyi ki hayatımdasınız... Teşekkürlerimin sayısını bilemem, sevincimi kelimelerle anlatamam.

Çok kıymetli bir büyüğüm var uzakta. Belki yıllar oldu konuşmayalı ama sosyal medya aracılığı ile buluştuk, ara ara yazışıyoruz.(Teknolojinin bayıldığım faydalarından biri ;) Dün sabah beni aradı. "Haticem ah Haticem..." diye başladı. Konuştuk da konuştuk. "Rabbim şükürler olsun" diyerek kapadım telefonu. Beni bazen benden çok düşünen güzel insanlar hayatımda. Ne mutlu bana! Öyle bir şey söyledi ki bana saatlerce düşündürdü... "Haticem, yazını okudum. Hep açık yürekli olmuşsundur. Severim bu huyunu. Ne güzel de yazıya döküyorsun. Ama dost da okuyor bu şekilde düşman da. Herkes bilmese mi kızım? Kötü niyetli insanlar açık kollar, yara arar..."  Hadi bakalım. Çok bilmiş Hatçe, cevap ver de göreyim. Veremedim tabi ki. Sadece pek çok şeyi neden paylaştığımı, amacımı anlatabildim. Ama "Bu söylediklerinizin üstünde düşüneceğim." dedim çünkü sağduyulu büyüklerin sözlerini yabana atmamak gerek...

Düşünüyorum. Pek çok zaman düşünüyorum. Pek çok şeyi, pek çok kere ve pek çok şekilde kafamda evirip çeviriyorum. Belki iyi bir huy, belki kötü. Ama beni ben yapan taraflarımdan biri bu. Acaba bu defa düşünmeden mi girişmiştim işe gerçekten? Bi daha gözden geçirelim bakalım ben neden pek çok şeyimi paylaşıyorum acaba diye.

Ben sohbet etmeyi, başkalarıyla fikir, deneyim, bilgi... paylaşmayı seviyorum. Bu bana büyük keyif veriyor. Hani "konuşmazsam çatlarım" misali?!! Bu beni rahatlatıyor; bazen karşımdakini de rahatlatıyor. Bazen kızıyorum sohbet sırasında; e bazen karşımdakini de kızdırıyorum sanırım. Bazen düşündürüyorum bazen de -bu yazıya konu olduğu üzere- düşünüyorum. Bazen öğreniyorum bazen de bildiklerimi paylaşıyorum benden de bir şeyler çıksın, faydam dokunsun diye. Bazen derin sohbetlere dalıyoruz, dünyayı kurtarıyoruz bazen de havadan sudan konuşuyoruz. İnsanız ya; konuşmadan edemiyoruz. Ehh, ben biraz fazla konuşuyorum; kabul ;)) Allah Oğuzum'a ciddi sabır vermiş...

Sohbet güzeldir de içeriği mühümdir dostlar; değil mi? Size bir şey katıyorsa, huzur veriyorsa güzeldir. Gönülden gönüle köprüler kuruyorsa güzeldir. Yıkıyorsa, o sohbetteki insanlar bizden değildir. Böyle bir huzurdan niye mahrum bırakayım ki kendimi? Ya da huzursuzsam niye orada kalayım ki? İşte sorumuza geri döndük. Dostlarıma anlatınca içimdekileri ben, daha bi büyüyorum sanki. Yaşadıklarıma onların aynasından bakıyorum, ufkum genişliyor. Pek çok şey öğreniyorum. Hatalarımı kavrıyorum. Üzüntülerimi hafifletiyorum. Benzer şeyler yaşayan birileri varsa yalnız olmadıklarını hissettirmeye çalışıyorum. Peki ya beni sevmeyenler de varsa bu sohbetlerin civarında? Var mıdır? Vardır elbet. Var da. Var olacak da. Yeri gelecek dost bildiklerimiz acıtacak bizi. Acıtıyor da, değil mi? İşte tam burasındayım ben mevzunun. Neyi, kimle ve nasıl paylaştığım çok önemli. Bize dair her sırrı paylaşırsam olmaz. Birilerinin bana, bize emanet ettiklerini sizinle paylaşırsam işte o zaman hiç olmaz. Onun dışında size yardımı dokunacak her şeyi paylaşabilirim. Sizi rahatsız etmeden, terbiyesizlik etmeden. Haddimi de bilerek ;)

Hani şöyle başlar söze bazıları: "İki ( üç, beş...vb.) tür insan vardır: Şöyle insanlar, böyle insanlar... " Böleriz, çarparız birbirimizi hemen. Bazı şeylerin kesin, bazı şeylerin ise muğlak olduğunu unutuveririz. Yerine, zamanına, durumuna, kişisine göre bir çok yaşantının kendine özel olduğunu bir kenara bırakıverir, beylik cümleler kuruveririz. Ben de zaman zaman çıkarımlar, sınıflandırmalar yapıyorum yeri geldikçe. Kıymetli büyüğümün bana söylemek istediğini düşününce tecrübelerimi şöyle ellerimin arasına alıp masaya yatırıverdim ( o kadar azlar işte) Şu sonuca vardım:

Üç tür insan var: İyi insan, kötü insan ve arada kalan insan. Bu hayatta hem herşeye yetecek gücümüz var hem de yok. İyilik yapmaya gücümüz var ama karşılığında hep iyilik göreceğimizi garantilemeye gücümüz yok. Ya da kötülük yapamaya gücümüz var ama karşısında hep kötülük göreceğimizin de garantisi yok. Bu nedenle iyi ya da kötü insan olmak tamamen bizim tercihimiz. Ya da kötü bir karar verip birine zarar verdikten sonra dersler çıkarıp toparlanmak da var;  bize kötülük yapanlara karşı kötü davranmaya karar vermek de var. Karşılığında ne göreceğimiz ise tamamen Allah'ın takdiri (inanmayabilirsiniz ama sizin kontrolünüz dışında olduğu kesin ). Bu nedenle ben "iyi bir insanım" diyemem. Arada kalanlardanım anlayacağınız.Ama çabalıyorum...

Bu yolda benim için atılması gereken en önemli adımlar hırs ve kinden uzaklaşmaktı. Zor hem de çok zor iki adım. Binlerce kez düşüp binlerce kez kalkmam ve uyuşmuş bacaklarımı doğrultmam gerekti. Hırs adımı kolaydı. Bir şey için gereken çabayı gösterdiğimden emin isem ve hala olmuyorsa peşini bırakmayı hayat sana öğretiyor zaten. Bırakmazsan rezil oluyorsun; istemeye istemeye bırakırsan da illa ki bir gün "Oh, iyi ki bırakmışım" diyorsun. "Kin" derseniz, hiç tutmadım hayatımda. Hani "fıtratında yok" derler ya o misal. Lakin, beni, bizi üzen insanlar karşında öfkeden çok defa deliye dönmüşlüğüm var. Bir müddet "Niye yaptı? Ben ne yaptım da bu başıma geldi? O da yaşasın da görsün nasıl acıttığını..." demişliğim var. İnsanız ya kolay değil kendinle mücadele etmek. Sonra baktım kimseye bir şey olmuyor, ben kendimi perişan ettiğimle kalıyorum; bıraktım yakasını... Hani Nasreddin Hoca misali. "Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun?" diyor ya. Ben de "İyilikler güzellikler Allahtan da kötülükler zorluklar başkasından mı? (ya da" İyilikler güzellikler hayata dair de kötülükler zorluklar başka dünyaya mı dair?" de diyebiliriz.) dedim ve rahatladım. Kimsenin mutsuzluğu kimseyi mutlu etmezdi zaten; bunu hep bildim.

İnsanların ne iyiliğini ne kötülüğünü istediğim "nötr" olduğum bir safhaya geldim. Rahatlamıştım ama tamamlanmamıştım. "Beni ne iyi hissettirir?" diye sormaya başladım kendime ve bir gün hiç ummadığım bir yerde hiç ummadığım bir şekilde biriyle tanıştım (ve tesadüf diye bir şey yoktur...) Tanıştığım bu tatlı hanım bana "Ol'uyorsun ve bir sonraki aşamaya hazırsın, zamana bırak" diyerek bir hikaye anlattı:


Vaktiyle, Kalenderîyye yoluna mensup bir derviş, nefisle mücahade makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonraki makam, Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat içi yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir bu. Her türlü görünür süsten de arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.


  - Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:


 - Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.


 Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş.

Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.

Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa başlar. Fakat kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:


 "Kabak aşağı, kabak yukarı."


 Nihayet traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür.

Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:


 - Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?


 Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:


 - Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kelin de bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!…


"Ancak" dedi bu tatlı hanım "Hikayenin neresinden tutacağın sana kalmış! Nasılsa 'hiç bir kötülüğe Allah razı gelmez' diyerek, cezalandırılmalarını da bekleyebilirsin; Derviş gibi affedip iyilik de dileyebilirsin." Ne yazık ki o zaman anlayamamıştım değerini ve kaybettim izini bu tatlı hanımın, ne bilmezmişim (hala öyleyim ya).

Valla ne yalan söyleyeyim önce ilkini diledim: "Bu kelin de sahibi var. Hiç bir şey karşılıksız kalmaz" dedim. Bizi üzenlerin anlamasını bekledim. Yine bir şeycikler olmadı. Ya da oldu da ne ben ne onlar bilemedi. Sonra anladım ki karşılığını beklemek değil as'lolan. Hiç bir şeye karşılık beklememek. Sen can-ı gönülden affedip, seni yüreğinden dağlayanların senden de çok mutlu olmasını dileyebiliyorsan; "Allah korusun" diyebiliyorsan işte o tatlı hanımın dediğine gelmiş oluyorsun.

  "Hikayenin neresinden tutacağın sana kalmış!"

Şimdi siz söyleyin; başkalarının sevindiklerine birlikte şükredip onlar adına mutlu mu oluyorsunuz yoksa için için kıskanıp bir yerde tökezlemelerini mi diliyorsunuz ? Eziyet çekip ağladıklarında onlarla birlikte dua edip şifa mı diliyorsunuz yoksa içten içe seviniyor musunuz? 

İşte işin özü. Ben anlayacağımı anladım; bi tarafından tuttum hikayenin. Paylaştıklarımdan ne çıkaracağınız ve hikayenin neresinden tutacağınız size kalmış... 

"Peki, güzel anladık da bunların bize ne faydası olacak? Sana ne faydası oldu?" derseniz, o da başka yazıya...

Sevgiler...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder